Kadına
şiddetin arttığı ve bunun sorumlusunun kim olduğunun tartışıldığı hatta bu
tartışmalarda suçu kadınlarda bulanların azımsanamayacak derecede fazla olduğu
bu günlerde; ataerkil düzene, kadına şiddete,
toplumsal ve dini baskılara adeta
bir gönderme olarak yazılmış Bernarda Alba’nın Evi (La Casa de Bernarda Alba) oyununu
izleme fırsatı buldum. Oyun, Bernarda Alba’nın evin tek erkeği olan eşinin
cenazesinden beş kızıyla birlikte dönmesiyle başlıyor ve Bernarda’nın evin
namusunu korumak için kızları ile arasında geçen olayları; Bernarda’nın annesi
ve hizmetçilerle birlikte evdeki sekiz kadının Bernarda’nın despot kararlarına karşı
tutumunu konu alıyor.
Oyunun
konusu 1930’ların Endülüs’ünde geçmektedir. Kızlarını şimdiye kadar hiç erkek
eli değmeden yetiştirmiş, baskıcı bir anne olan Bernarda (Mehtap Öztepe),
kocasının ölümünden sonra evin tüm pencereleri ve kapıları adeta tuğlayla
örülmüş şekilde evde yas tutulmasını emreder, fakat şimdiye kadar duyguları
anneleri tarafından bastırılmış kızlar bir kapı arasından görebildikleri Pepe
El Romano’ya karşı duygularını daha fazla gizleyemezler. Köyün gençlerini
hiçbir kızına layık görmeyen Bernarda, köyün genç ve yakışıklısı olan Pepe’nin,
Bernarda’nın ilk eşinden olan otuz dokuz yaşındaki en büyük kızı Angustias’ı
ister ve nişanlanırlar. Ancak Pepe, Angustias’ı (Aysel Çakar Kara) yalnızca
babasından kalan mal varlığından dolayı istemektedir ve aslında Bernarda’nın en
küçük kızı olan Adela (İpek Atagün Gezener) ile aşk yaşamaktadır. Yalnızca
Angustias ve Adela değil; Bernarda’nın hastalıklı ve kambur olan kızı Martirio’ya
(Miraç Eronat Erbil) da Pepe’ye aşıktır ve bu aşk, Pepe’nin kendisinin sevmeyeceğini
bildiğinden Pepe’nin
diğer kardeşleriyle de olmasına engel olmaya çabalamasına
dönüşür. Bernarda, ataerkil değerlerin, toplumsal ve dini baskıların bir
yansımasıdır ve bu yansımanın bir kadın olması da oyunu ilginç kılan bir diğer
detay olmuştur. Çoğunlukla erkeklerin koyduğu kuralların, bir kadın tarafından
sorgusuzca savunulup ve uygulanması aslında günümüz dünyasındaki kadın şiddetinin
çözülmemesinin en temel sebeplerinden biridir. Günümüzün bazı annelerinin dahi kadınların
haklarını ve isteklerini yok sayan ataerkil düzenin savunucusu olarak yetiştirdikleri
bireyler, bugün de kadına şiddet gösteren çarpık düzenin muhafazakârlığını üstleniyor.
Yalnızca erkeklerin değil, kadınların da bu düzeni koruması, ne yazık ki şiddeti
meşru, kadını haksız gösteriyor. Bu düzene karşı çıkan, baskının ve otoritenin
simgesi Bernarda’nın karşısına dikilebilecek kişi ise “Ben gücümün yettiğini,
canımın çektiğini yaparım.” diyen evin en küçük kızı Adela’dır. Toplumun ve
dinin tüm normlarını karşısına alıp Pepe’yle birlikte olmuştur. Her ne kadar
Adela’nın içindeki küçük kız, zaman zaman bu baskıdan ve şiddetten korksa da
Adela, aşkı için ölmeyi göze alabilecek cesareti de kendinde bulmaktadır.
Aslında despotizmin ve baskının istekleri daha da kuvvetlendirdiğinin farkında
olmayan Bernarda, vefat eden kocasının genç hizmetçiye tecavüz etmesini de engelleyememiş,
hatta bunu hayatı boyunca fark edememiştir. Oyunun akışı, rejisör Ayşe Emel
Mesci tarafından biraz değiştirilmiş ve oyunun içinde 1936’da İspanya İç Savaşı’nın başlarında İspanyol milliyetçisi Franco’nun adamları tarafından kurşuna dizilerek öldürülen Bernarda Alba’nın Evi oyununun yazarı Federico García Lorca’nın “Atlı” şiirini okurken vuruluş sahnesi de oyunun içinde sahnelenmiştir. Tıpkı kendi yarattığı Adela karakteri gibi Lorca da despotizmin kurbanı olmuştur. Oyuncuların hepsinin yüzünden evin kasveti hissedilebiliyordu. Özellikle Mehtap Öztepe, Sükun Işıtan, Serpil Gül, Aysel Çakar Kara, Miraç Eronat Erbil ve İpek Atagün Gezener’in hakkını ayrıca teslim etmek gerektiğine inanıyorum. Oyun sırasında akıtılan göz
yaşı veya dolmuş gözlerle yapılan konuşmalar beni hep daha fazla etkilemiştir. İrfan Şahinbaş Sahnesi’nin de sayesinde oyunu adeta evin içindeki görünmez biriymişim gibi her anı hissederek izledim. Bernarda ve kızları yanımdaki kapıdan eve girdi, Adela hemen önümde duran suda yüzünü yıkadı. Sahnenin sağladığı fayda gibi, bu sahnenin iyi kullanılması da oyun ekibinin bir başarısıdır. Müziklerin canlı olması oyun için her zaman bir avantajdır, bir de bu şarkılar İspanyol ezgileri içerince zaman zaman Flamenko danslarıyla oyun tadından yenmez bir hâl aldı.
Frederico
García Lorca döneminin sorunlarını, “Başkaları ne der?” cümlesiyle vücut bulmuş
toplum baskısını, kilisenin bir ev üzerinde görünmeyen fakat fazlasıyla
hissedilen otoritesini, ataerkil düzeni, bastırılan kadınları bir manastırı
andıran ev tablosu olarak çizmiş. İronik olanı ise bu baskıyı uygulayanın da
bir kadın olmasıdır. Bu sorunlar günümüz de aşılabilmiş değil. Evin hizmetçisi
La Ponzia’nın dediği gibi “Burada çok ciddi şeyler olmakta.” ve biz bu olanlara
tıpkı Bernarda Alba’nın Evi’nde olduğu gibi sessiz kalıyoruz, bu düzeni devam
ettiriyoruz.
KAYNAKÇA
Lorca, Frederico García.
Bernarda Alba’nın Evi. Çev. Turan Oflazoğlu. Rejisör: Ayşe Emel Mesci. Başrol: Mehtap
Öztepe, Sükun Işıtan, Serpil Gül, Aysel Çakar Kara, Miraç Eronat Erbil ve İpek
Atagün Gezener. Ankara: İrfan Şahinbaş Sahnesi. (21 Şubat 2015).